24 Haziran 2016 Cuma

ACI ÇİKOLATA


    Doktor Juan ile Tita arasında geçen konuşma bize bir şeyleri anlatıyor; yitirdiğimiz, hiç sahip olamadığımız ve belki de değerini bilemediğimiz. Gelin bunun ne olduğuna siz karar verin.
    Doktor, bir ucu kapalı ve civa dolu bir tüpün içine bir parça fosfor koydu. Tüpü bir şamdanın alevine yaklaştırarak fosforu eritti. Daha sonra içi oksijenle dolu bir deney tüpüyle, gazı yavaş yavaş öbür tüpe geçirdi. Oksijen, erimiş fosforun bulunduğu tüpün üst kısmına yükselir yükselmez, birden şimşek çakar gibi, göz kamaştıran, güçlü bir parlama oldu.
    -Görüyorsunuz ki fosfor üretmek için gerekli unsurlar insanın kendinde vardır. Ayrıca izin verirseniz, size hiç kimseye söylemediğim bir şeyi söyleyeceğim. Anneannemin çok ilginç bir teorisi vardı: Derdi ki, biz insanlar her ne kadar içimizde bir kutu kibritle doğmuşsak da, onları tek başımıza yakamayız, tıpkı deneyde gördüğümüz gibi, oksijen ve mum ışığı gerek. Diyelim ki oksijen, sevdiğimiz insanın soluğundan bize ulaşabilir; mum ise, çeşitli gıdalar olabilir, müzik, okşama, söz ya da ses gibi ve bunlardan biri parlama nedeni olup kibritlerden birini yakar. Bir an, derin bir heyecanla kendimizden geçeriz. İçimiz sımsıcak olur, ama zamanla söner gider, ta ki yeni bir patlamayla yeniden canlanana değin. Yaşamak için, her birimiz kendimizdeki alevlendiricileri keşfetmek zorundayız, çünkü bunlardan biri harekete geçtiğinde, ruhumuz için gerekli enerjiyi sağlar. Bir başka deyişle, bu alevlenme ruhumuzun gıdasıdır.
    "Eğer kendimize özgü alevleyicileri zamanında keşfetmezsek, içimizdeki kibritler nemlenir ve bir daha asla, hiçbirini yakamayız."
    "O zaman ruhumuz vücudumuzdan koparak, zifiri karanlıklarda dolaşmaya başlar ve kendine boşuna besin arar, oysa onun besini, yalnızca terk ettiği vücuttadır, gücü tükenmiş, soğuktan titreyen o vücutta."
    Size göre nemlenen kibriti tekrar yakmak mümkün değil mi? Bu kadar umutsuz mu olmalıyız? Elbet bir yolu olmalı, elbet bir yolu olmalı!.. 

                                      -Laura Esquivel, Acı çikolata-

20 Haziran 2016 Pazartesi


İNSANLIK DURUMU



    Size birinden bahsedeceğim bu yazımda. Daha doğrusu o size kendisini anlatacak. Hayır, yanlış anlamanızı istemem, resimdeki adamın yarattığı karakteri tam anlamıyla özümsemeniz mümkün değil burada yazılanları okuyarak, sadece bir fikir sahibi olacaksınız Clappique hakkında. Dilerseniz sözü kendisine verelim ki, kim olduğunu, hayat görüşünü, fikirlerini ve arzularını sizinle paylaşabilsin!
    "Acınacak bir durum yavrucuğum, acınacak bir durum! Bakın bana. Yüzümü görüyor musunuz? İşte yirmi yıllık kalıtımsal hayal gücü insanı ne hale getiriyor görün. Bence frengiye benziyorum. -Tek laf istemem!
    Bir de kumarbazın duygularını kazanç umudu ayağa kaldırır derler, ne ilginç! İnsanlar eskrim şampiyonu olmak için düello yapar demek gibi bir şey bu da...
    Tek laf yok!.. Çok dikkat çekici azizim, çok dikkat çekici! Terbiyeli bir hayalet gibi çekip gitti. Biliyor musunuz, genç hayaletler çok terbiyesiz ve yaşlılar onlara insanları korkutmayı öğretemiyor, çünkü söz konusu gençler hiçbir dil bilmiyor. Yalnız 'zip zip' demeyi öğrenmişler.
    Hayatın içine sanatın araçlarını sokmak gerek dostum, hayır, hayatı sanata dönüştürmek için değil, Tanrı aşkına, hayır! Onu daha fazla hayat haline getirmek için! Tek laf istemem!
    Büyücü olmak, halifeye tek boynuzlu at göndermek isterdim, -tek boynuzlu at diyorum size- sarayın içinde beliriverirdi gümüş rengindeki tek boynuzlu ve haykırırdı: Şunu bil ki halife, hasekin aldatıyor seni! Tek laf istemem! Bende bu burunla muhteşem bir tek boynuzlu at olurdum! Ama tabi gerçek olmazdı bu. Denilebilir ki, insanın bir başkasının gözünde kendisininkinden farklı bir hayatı yaşamasının ne denli tadına doyulmaz bir şey olduğunu kimse bilemez, özellikle de bir kadının gözünde.
    Yarından sonra da eğer yağmur yağmış olursa, burası yine böyle kokacak ve ben belki de ölmüş olacağım... Ölmüş mü? Neler diyorum ben böyle? Çılgınlık bu! Tek laf istemem. Ben ölümsüzüm.
    Yakında... Hayır. Belki. Hoşçakalın azizim. Şanghay'ın var olmayan tek adamı -tek laf istemem; kesinlikle var olmayan tek adamı!- sizi selamlıyor. Baron de Clappique yok, hiç var olmadı."
   


                                -Andre Malraux, İnsanlık durumu-   
                                                                                          

15 Haziran 2016 Çarşamba

YABANCILAŞTIRILMAK


    Hepimizin az çok duyduğu, üzerine kafa yorduğu kelimelerdir; batılılaşmak, devrim, yabancılaşma. Fakat birçoğumuz hala gelişmeyi, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı batının kopyacılığı olarak görmekte. Bunun ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu yorumlarınıza bırakıyorum. Bakılım 'Hangi Edebiyat' adlı kitabında bu konu hakkında Attila İlhan ne demiş! 
    Bana Profesör Sunkel'in saptamasında en önemli görünen nokta, dışa bağlı ekonomik düzenin toplumsal düzeydeki görünüşünde orta sınıfın yabancılaştırılması noktasıdır. Öyle sanıyorum ki geri bırakılmış ülkelerde, yoksul sınıflar ne kadar örgütlenirse örgütlensin, sonunda işte bu "yabancılaştırılmış" orta sınıfların kalleşliğine uğruyor, böylelikle ülkenin yeniden yabancı denetimine geçmesi sağlanıyor.
    Peki nedir bu yabancılaştırma? Gerçek bu, Hıristiyan ülkelerde bir bolluk toplumu ülküsünü orta sınıfa aşılamak biçiminde belirmekte, ülkünün somut örneğiniyse o ülkeye egemen olan yabancı ekonominin ana toplumu oluşturmaktadır. Sözgelişi Güney Amerika ülkelerinin çoğu için bu örnek Amerika Birleşik Devletleri ve onun yaşantısıdır. Şilili orta sınıftan bir vatandaş için ideal hayat "bir Amerikalı" gibi yaşamaktır. Ona bu basınla, radyoyla, televizyonla öylesine telkin edilir, bunu yaşamasının olanak içinde olduğu öylesine tekrarlanır ki, o adam -ki genellikle yarı aydındır- kendisini yoksul sınıflara oranla ayrıcalıklı görür, dar olanaklarını daha da geliştirmek için onlara yabancılaşıp ötekilere yamanır.
    Aynı yabancılaşma, Türkiye gibi kökeni Müslüman ülkelerde, "Batıcılık" numarası olarak sahnelenmiştir. Orta sınıflar ulusun asıl hayatını, "Batılı" bir hayat tarzına heves ederek küçümser, böylelikle yoksul sınıflardan kopar, onları kendi kaderine bırakır. Kendisine gelecek aramayı, saadeti bulmaya, ulusal niteliklerini çoktan yitirmiş, yabancı ekonomilerin hizmetindeki komprador çıkar çevrelerine eklenmekte bulur. Buysa, ülkenin sömürülmesini önlemek konusunda, yapılabilecek en kötü şeydir, zira orta sınıfı, özellikle aydınlarını, devrimcilik adına yoksul sınıflara yabancılaştırmak, her türlü devrimi daha başlangıçta olanaksız kılar.
    Bakalım bunu bizim "yaman" Batılı devrimcilerimiz ne zaman anlayacaklar?

                                      -Attila İlhan, Hangi Edebiyat-

12 Haziran 2016 Pazar

ÖLÜM VE YAŞAM


    Ölüm desem, ne dersiniz? Nasıl tanımlarsınız ölümü, çok zor değil mi? Ama yaşam dediğimde birçoklarımızın aklına birçok şey gelir. Herkes kendine göre yaşamın resmini çizebilir, şarkısını söyleyebilir. 20. yüzyıla damgasını vuran Pierre Schoendoerffer, belki de yazar kimliğinden çok film yönetmeni maskesiyle bize şu şekilde açıklıyor yaşamı, buyurun..
    Ölmek, hiçbir şey değildir. Ölüm?.. Yaşam?.. Yaşam içimizdedir bizim, devinir ve hep devinmeyi düşler. İnsan ölünce yaşam sürer, gövdenin içindedir ve gene devinir. Yaşayan bir ceset gördüm. Yolun üzerinde, güneşin altında üç gün kalan bir Japon cesedi. Yaşıyordu... Karnı şişiyordu, kısa sarsıntılarla şişiyordu. Gözleri kımıldıyordu. Salyası akıyor ve bazen insan gibi inliyordu. Yanından geçiyordum, toprağın titremesi, yumruğu gökyüzüne doğru sıkılmış, garip bir şekilde dik duran kolunu düşürdü, ılık eli ayak bileğime yapıştı, eldiven gibi sertleşmiş derisinin altında bir şeylerin kımıldadığını hissettim. Geceleyin, hafifçe parlıyordu, yeteri kadar hareketsiz kalınsa, görülebilir, süründüğü işitilebilirdi.

                                                      -Krala Veda-

8 Haziran 2016 Çarşamba


AŞIK OLMAK ARZUSU



   Amerikalı heykeltıraş Glenna Goodacre'nin 'yaşlı adam ve köpek' eseri belki de bir yaşamın final sahnelerini sunuyor bize. Herhangi bir zaman diliminde, önemsiz ve sıradan bir günde, belki yan komuşunuzken belki de bir kahvehanede karşılaşabilirsiniz bu resmin canlı hali ile. Kimine göre sıradan kimine göre ise duygusaldır bu buluşma. Olur ya, mutlu halinize denk gelir, hayat dolusunuzdur. Hani hiç tanımadığınız biri ile sohbet etmek istersiniz ve o da biraz çekingen, biraz içine kapanık biridir ama gözleri ağır izler bırakan maziyi taşır. İşte o vakit, gidin yanına, belki bir söyleyeceği, bir hikayesi vardır bu yaşlı adamın...
   Köpek yanına yanaştı. Hayvanın başını kaşıyarak ona anlatıyormuş gibi söylendi:
   -Kitaplardan öğrendim. Muhakkak aşık olmak arzusunu kitaplardan kaptım. Sonra kanıma işledi. Aşık olmalıydım. Saadet denilen bir şey olacak; bulabilir miyim acaba?.. Kastım parayla, bir evle, iyi yiyip içme ile kendini gösteren bir saadet olmadığı için elimden geleni, yani önce paramı bitirdim. Yemeden içmeden kesildim. Bu kendi başına kazanılabilecek saadet idealizmimi tam hakikat haline getirmiştim ki, etrafımda insanların bulunduğunu sevgilim bana anlattı. Şöylemi düşündüm, dersiniz? Her insan kendi hissesine düşen bir, iki kişilik saadet payı için kavga etmeli. Hiç olmazsa bu kavgayı yapmalı ki, asıl hakikat dünyasını bulsun. Bu kavgada kazanmamalı ki, Hanya'yı Konya'yı anlasın. Bu kavgada zaten kazanmakta yoktur a. Çünkü belki ortada galip vardır ama mağlup olan yoktur ki... Kadın da, erkek de böyle, bir kavganın sonunda soluğu ya nikah dairesinde alır, yahut da serbest bir birleşme ile yeni bir hayata adım atarlar. Ondan sonra uzun süren sulhun içinde çocuklara mekteplerin taksidi, hanımın mantosu... Biz mağlup olduk. Mektep taksidinden, hanım mantosundan kurtulduk. Sevgilim bir akşamüstü basıp gitti. 
   Dünyalar yıkıldı sandım. Çiçekler güzel kokmuyor olmalı. Meyveler çürümüş, kuzular doğmuyor, insanlar konuşmuyor... İnsanlardan ne farkım olabilir? Malum sebepler, malum neticeler. İşi rakıya vurduk. Bir aralık bu yeni keşifle kurtulduğumu sandım. Yıkılmak üzereydim. Asabım bozulmuştu.
   Uzun lafın kısası, kalktık. Ver elini doğduğumuz memleket, dedik. Gittik...

                                             -Sait Faik Abasıyanık-

6 Haziran 2016 Pazartesi


DÖRT ZAİT

    Çoğumuzun görsel hafızasına resimdeki gibi fötr şapkasıyla kazınan Sait Faik Abasıyanık'ın eserlerindeki sadelik ve yaratıcılık ile Türk edebiyatına çokça katkı verdiğini düşünüyorum. Onun kaleminden okuyacağınız kısa öykünün sizi düşündürmesini dilerim.
    Yolda bir cıgara yakmak canınız istese, kibritiniz de olmasa, gidip de kimden yakarsınız? Bir yol sormanız lazım gelse, kime sorarsınız? Bir kalabalığın toplandığı yerde, ne oldu acaba, kime dersiniz? Ben öyle adamlardan biriyim. Daha çok kendisinden cıgara yakabilen, yol sorulabilenlerden olduğum için hayatımdan memnun olduğumda olur, olmadığımda. Ömrümde birkaç defa, üzerime herhangi bir sualle yürüyen, gözüme sual sorulabilecek adam gibi bakan birkaç bedbahta azametli tavır da takınmadım değil... Kim bilir, ne kadar canım sıkılıyordu o gün... İnsanların içinden bu şekilde seçilmem çokluk hoşuma gitmediği halde, neden böyle yaptım o adama, diye üzüldüğüm çok olmuştur. Kimi de ufak çocukların cıgara yakmak için yanaşmalarına içerlemişimdir. Ne tuhaf yanaşır bu çocuklar! Nasıl gözlerine kestirirler adamı uzaktan! Onların da dört beş defa ümitlerini kırmışımdır. O zaman yanılmak ne fena şeymiş anlamıştım. Bu çeşit bir yanılmaya insanoğlunun hiç tahammülü yokmuş. Cıgara yakmaktan, vazgeçenleri çok gördüm. Bazıları da ümitlerini hiç kırmazlar.
    Ben kendim, kaç defa, dakikalarca, yol soracak adam seçemediğimi hatırlıyorum. Sonra artık seçmeye bile sabrım kalmadı, düpedüz bir adama yanaşıp sorduğum olmuştur. Bazıları bildikleri halde göstermemiş, kimi de ne memnuncasına cigaralarını uzatmışlardır. Bir saadet derecesine yükseliveren bir gülümseyişle gülmüşlerdir. Hele ümidin en az olduğu yerdeki bu dostluk gösterisine insanın nasıl teşekkür edeceğini bilmemesi ne hoş bir haldir; mersi, denir. Sonra teşekkür edilir. Eyvallah nedir, çok mersi, denir."Çok çok mersi" tercüme edilir, çok çok teşekkür denir.
    Ama şunu da bilirim ki insanoğlu tanımadığı insanoğluna bir şey sormak için, yirmi kişiden seni seçtiği zaman kendine göre birtakım hesaplar yapmıştır. Bu hesaplar da psikolojik hesaplardır.
    Bu işe, hele bir de, fizyonomiden anlamak gibi bir boş ve manasız iddia karışırsa... Bana o zaman hep yüz bilimi tezi yapan bir doçenti hatırlatır. Bu zavallı doçent, bakar bakar da insanoğluna, neler uydurmazdı! Halbuki, o insanoğlunun derin bakışı, çizgili yüzü, yüzüne bir hendesi şekilde siyah çizgilerle güzellik çizen saçları, tamamen aksi şeyler söylerdi. Bu derin, alim bakışlarda aptallıktan, bu çizgili yüzde budala genç kız maceralarından başka bir şey yoktu. Geniş alanı çevreleyen kara saçlarda bomboş bir ömrün hatıraları bile kalmamıştı.
    Çoğumuz psikolojiden çakmadan, fizyonomiden anlamadan da bu ilimlerin birer cahili, fakat meraklısı halinde insanlara yanaşır, cigara yakar, vapur sorar, yol öğrenir, merakımızı gideririz. Bu öyle bir alışkanlıktır ki iddiası unutulmuştur. Neden bir sürü gencin arasından seçiliriz? İyi adamız da ondan mı? Sanmam... İyi adamız diye seçilmemişizdir. Kendisine sual sorulması münasip görülmüşüzdür: Yüzümüz iyi bir yüz müdür? Ne münasebet! Başka bahaneler bulmalıyız; elbisemiz mi eskimiştir; potinlerimiz mi boyasızdır? Gözümüzde hafif bir budalalık, halimizde bir tahammül, burnumuza eğrilik, yanaklarımıza bir bönlük mü oturmuştur? Yoksa, kravatımızın düğüm yerinde bir parlaklık mı vardır? Muhakkak bir şey vardır. Yahut da pek avareyizdir. Otomobilden atlayıp vapura doğru seğirten bir adamı tutup sual sorulur mu? Yahut da kaşları çatıp ağır ağır cıgara içen, halinden yeni lokantadan çıktığı anlaşılan kerliferli bir adamdan cıgara yakılabilir mi? Üstünden başından itina akan bir yolcudan yol sorulabilir mi? Hele potinleri pırıl pırıl boyalı bir adama sokakta toplanmış kalabalığın niçin toplandığını sormaya cesaret edebilir misiniz?
    Bu böyle olduğu halde, ben, benden cıgara yakılmasına, yol sorulmasına çok az kızarım. Bazen sevgilim, seni görmeye gittiğim zamanlar bana yol sorulursa gidip potinlerimi boyatırım.
    Üstü başı muntazam, hali tavrı pek şehirli birinin benden cıgara yakmasını sevmem. Neden derseniz, birçok adamdan cıgara yakmaya cesaret edememiştir bu adam da onun için... Halbuki, hiç de cesaret edilemeyecek bir şey değildir. Onlardan utanmıştır, benden utanmamıştır. Buna içerlerim doğrusu. Madem ki, ayıp olmasa bile, hafifçe garip bir şeydir. Birçok insana yapılamayacak bir harekettir. Ben neden seçileyim? Buna karşılık, hiç düşünmeden, hesap etmeden yol soran köylü, saf, psikoloji ve fizyonomi cahili olanlardan hoşlanırım. Onlar sorsunlar. İçlerinde gizli, hesaplı düşünceler yoktur onların. Hatta, şu her tarafından temizlik ve azamet akan şişman adama bile sorabilirdi bu adamcağız. Ben bir tesadüfüm, yani her insan gibi bir insanım.
    Sevgilim! Hikayeye girmeden evvel uzun uzun gevezelikler yapmamalıyız. Ama ne yapayım? Kibritim olmadığı zaman cıgarasından cıgara yakılmaya müsait adamı nasıl aramam. Cıgara içmekten vazgeçilebilir mi? Hikaye yazmaktan da, kör olası, vazgeçemiyoruz. İşte bir müddettir ben de, elimde cıgara adam arıyor gibiyim. Ne kadar üstü başı düzgünleri suratı ciddiler, hali azametliler içinde kalmışım ki bir türlü hikayeme yanaşamıyorum.
    Bak, yine hatırıma geldi: Cıgara yakılmaya, yol sorulmaya, ne münasip görülmek, ne de münasip görülmemek iyi bir şeydir. Tuhaf değil mi? Dikkat edersen sevgilim, her iki cins insanda da bir iki aşırılık vardır. Birisi azametli ise, ötekisi pek düşkün, birisi kılıklı ise, ötekisi kılıksız, birsi mağrursa, ötekisi laubali, birisi temizse, ötekisi pis... Bu işin ortası yok, sevgilim: Ne intihap edilmek, ne intihap edilmemek isterim. En iyisi rey vermek galiba! Onun da bir vebali var: En iyisi sevgilim, kibrit sahibi olmak, yolu iyi bilmek, planı çizmeden yola çıkmamak. Ne hakkımız var, değil mi sevgilim, herhangi bir adam hakkında, peşin hükümler sahibi kesilmemize?
    Gelelim hikayeye. Vapur bekliyordum. Hayır vapur da beklemiyordum. Evime gitmek için, yanlış söyledim, gitmemek için vapurun kaçmasını bekliyordum. Bu gece sessiz, kimsesiz köyümde patlayacağım içime doğuyordu. İstanbul'da kalmak, geceyi içki içip sizi düşünerek geçirmek, daha münasipti... Ne çare ki, daha vapur iskelede idi. O gitmeden, ben de bulunduğum yerden ayrılamazdım. Nihayet vapur kalktı: Ben de ferahladım. Bir cıgara yaktım. Kibritim vardı.
    Karşımda, bir köşede gençten bir adam oturmuştu. Elinde bir kağıt tutuyordu... Kağıda dalmış gitmişti. Yolcu salonu bir ara boşalmış, yine dolmuştu. Elinde kağıda bakan adam kafasını kaldırdı. Etrafı bir gözden geçirdi. Ben maksadını anladım: Bu kağıttan bir şey anlamıyordu. Birisinin ona anlatması lazımdı.
    Gözümü ondan ayırdım. Başka yerlere diktim. Bir kadının, bana bakmayan gözlerine daldım... Seçilmek, şu kadar kişinin içinden ne maksatla olduğunu pek bilmediğim şekilde seçilmek bu sıra sinirime dokunuyordu. Ama bir ara aklıma, o kağıttan anlayacak bir mühim adam diye seçilmek ihtimali geldi. Ne yalan söyleyeyim, bu fikir bana gelir gelmez, hayır kendimi mühim gördüm diye değil, ama malum bir şekilde seçilmek hoşuma mı gitti nedir? Adama bir parçacık baktım. Zaten o da beni seçmişti. Burasını istersen sana kendimi beğendirmek için söylediğimi san...
    Adam yanıma yanaştı. Elindeki kağıdı uzattı.
    - Bakın şuna, nedir Allah aşkına? dedi.
    Baktım, pek anlamadım. Bir daha, bir daha baktım. Yüreğime bir şey oturdu... Yazın susamışken, birden bire bir soğuk su içtiniz mi bir sancı, bir ağırlık oturuverir; öyle bir şey oturdu can evime. Adamın yüzüne bakakaldım. O anlatıyordu:
    - İşe gireceğim şimdi. İyi bir iş buldum. Bilseniz ne zamandır işsizim, beyağabey: Nihayet buldum: Nişanlıyım da. Her tarafım sağlam çıktı muayenede. En son bir de kan muayenesi yaptılar. Şartmış. Nasıl kanım da iyi mi dersiniz?
    Yüzü gülüyordu ama, bir şüphe, alnının bir yerini buruşturuyordu. Doçenti hatırladım. Ben de mi fizyonomist kesiliyordum? Hayır, zorla iş bulmuş biri, elinde bir kağıt, kağıtta şüpheli işaretler... Hayır! Alnının ortasından, gözlerinin içinden kafasındaki düşüncelerin sıkıntısı dışarıya vurmuştu bu adamın. Kan, üç şekilde muayene edilmişti. Üç şekilde de (++++) dört zait vardı.
    - Sen bir hastalık mı geçirdin, dostum?
    - Yok vallahi, dedi.
    Yüzü gerildi. Gözlerinin rengi uçtu.
    - Bilmem, anlamam ben bundan, dedim.
    Yine sordu:
    - Bir şey yok, değil mi?
    -Yok herhalde, dedim. Doktor değilim. İyice anlayamıyorum.
    - Götüreyim mi bu kağıdı acaba? dedi. Bana iş vercek daireye?
    Cevap vermedim. Yüzüne dikkatli dikkatli baktım. Bu bir dikkatten ziyade aptalca acıyan bir bakıştı...
    Sen de galiba bir gün bana böyle acıyarak baktındı... Hani ben de senden, bir yol yol sormuştum: Saadetin yolunu, hatırlıyor musun?
    Ne söyledi o adama gözlerim, bilmem ki... Kağıda beraberce tekrar daldık. Ne götür dedim, ne götürme... Bakmak istiyor, gözlerinin içine bakıyordum. Adam bembeyaz kesilmişti.
    Gittim. Potinlerimi boyattım.. Eve koştum. Tıraş oldum. Temiz bir kravat bağladım. Bugün artık, kimsenin bana yanaşmaması için azametli bir tavır takındım. İşte o gün pardösümü de temizleyiciye verdim, sevgilim.

                          -Sait Faik Abasıyanık, Varlık, Eylül 1947- 


4 Haziran 2016 Cumartesi



MUHAMMED ALİ ANISINA


    Şeytani serüvenlerden biri sizi bekliyor, roman kahramanı, efsane kral Learoyd'un anlatımıyla...
    Bir zamanlar Boong adında bir adamla Yoong adında bir kadın vardı. Açlıktan ölen çocuklarını kısa bir süre önce gömmüş olduklarından ikiside son derece mutsuzdu. Sembakung'un sularının, ancak gök mavisi bir çizgi inceliğinde aktığı, koca koca ağaçların yapraklarının kırmızıya döndüğü büyük kuraklık sırasındaydı. Bütün mandaların kendilerini, bugün 'Boynuzlar Mezarlığı' adı verilen bataklığa bastıkları, çamur katılaşınca da orada kalıp öldükleri çağdı. Dışarıda hava çok sıcak olduğu için, cinlerin bile ejderha Biiri'ye, toprağın derinliklerine sığındıkları ve arkalarında, savunmasız ve yasasız insanlar bıraktıkları çağdı.
    Boong, oğlu için küçük, çelimsiz bir fare öldürmüştü, ama avdan dönünce, oğlunun ölüsü ile karşılaştı. Yoong, bu çelimsiz, küçük fareyi pişirmek için ateş yaktı. Oturup yediler ve çokça ayak içtiler, çünkü gerçekten çok mutsuzdular.
    Boo Amca denen karaca, iyice acıkmıştı, yemeğin kokusunu aldı. Büyük umutla ateşe yaklaştı. Yoong, kadın, onu yakalayıp bir sepete koydu.
    Yarınki akşam yemeğimiz çıktı, dedi kocasına.
    Ama, Boo Amca, kendini yesinler istemiyordu. Doğan güneş karşısında çığırtkanlık yapan bir maymun sürüsü kadar korkunç bir gürültü yapıyordu:
    'Ben dünyanın merkeziyim. Siz ancak benim kafamın içinde var olabilirsiniz. Eğer beni öldürürseniz, göz açıp kapayıncaya kadar kendinizi yok bilin. Üstelik, dünyada sizinle birlikte yok olur. Hiçbir şey kalmaz. Hiçbir şey. Sadece yıldızsız bir gecenin sonsuz karanlıkları.'
    Gerçekten de, Boo Amca bir yandan bu şamatasını sürdürüyor, bir yandan da bu saçmalıklarını anlatıyordu, ölmekten korkuyordu çünkü. Yoong, onu susturmak için, sepeti sarstı, av ve pirinç rakısından yorgun düşmüş olan Boong uykuya daldı. Uyandığı zaman ateş sönmüştü. Gece öylesine karanlıktı ki, dünyanın ortadan kalktığını sandı. Çok korktu. O zaman, Boo'nun anlattıklarını düşündü, ardından, dünyayı geri vermesi için ona yalvardı. Boo Amca, ilkin sepetten çıkmak istiyordu:
    'Külleri üfle, korların üzerine kuru dallar koy, o zaman dünyanın geri dönmesini söylerim.'
    Alevler ormanı aydınlatınca, yatışan Boong tekrar uyumak istedi, ama Boo Amca bırakmadı onu:
    'Ben dünyanın merkeziyim. Sen ancak benim kafamın içinde var olabilirsin, her şeyin yok olmasını istemiyorsan, bana yiyecek ver.'
    'Hiçbir şeyim yok' dedi Boong. 'Sadece iki küçük fare kemiği. Ben de açım.'
    Boo Amca küçük kemiklere burun kıvırdı:
    'Bunu öğrendiğime çok üzüldüm. Ama, hiç değilse, bırakta karının sütünü emeyim.'
    Boo Amca öylesine açtı ki, Yoong'un memesini ısırdı ve yüreğini parçaladı.
    Karın artık öldü. Hiçbir işe yaramaz. Pişirde birlikte yiyelim, dedi Boong'a.
    Boong çok çok ağladı ama sonunda çaresiz, boyun eğmek zorunda kaldı: Demiştim ya, Cinlerin bile insanları kötü güçlere bırakıp kaçtığı çağdı.
    Yoong'u yiyip bitirdikten sonra da Boo Amca hala açtı:
    'Ben dünyanın merkeziyim. Sen ancak benim kafamın içinde varsın. Eğer yok olmak istemiyorsan, bacağını yedir bana. Bir bastona dayanıp ötekiyle gene yürüyebilirsin', dedi Boong'a.
    Boong daha çok ağladı, çünkü bacağını yitirmek karısını yitirmekten daha çok acı veriyordu ona, ama dünyanın yitip gitmesini de istemiyordu. Boo Amca, bir türlü doymak bilmiyordu. Öteki bacağını ve birbiri ardınca iki kolunu yedi, sonra, oturdu, sırtüstü uzandı ve sabaha kadar uyudu. Uyandığı zaman çok susamıştı, yerinde kımıldayamayan Boong'un iniltilerini umursamayıp, su içmek için Sembakung'a indi. Güneşin çatladığı balçık yığınları arasında, artık küçük bir dereye benzeyen koca nehrin kıyısına çöktü ve kana kana su içti, öylesine içti ki, geriye kalan suda yüzen kocaman, çamurlu ağaç kütüğüne dikkat bile etmedi. Çamurlu ağaç kütüğünün çenesinin korkunç şaklamasından onu kuyruğunun bir tüyü kurtarabildi. Boo Amca, öylesine çok yemiş içmişti ki iştahla homurdanan timsahtan kaçıp kurtulması olanaksızdı.
    'Günaydın,' dedi ona, 'seni arıyordum ben de, sana güzel bir yemek hazırladım.'
    Ona bir türlü güvenemeyen timsah biraz daha yaklaştı homurdanarak:
    'Güzel bir yemek mi? Elli fersahlık çevre içinde yiyecek hiçbir şey yok. Nedir o yiyecek?'
    'Bir insan.'
    'Bir insan mı? diye tekrarladı yaşlı timsah.' 'Ama insanlar çok hızlı koşarlar, üstelik, kızgın mandalardan daha tehlikelidirler.' 
    'Bu adam kendini kurtaramaz. Dinle beni, ey nehrin efendisi, çok yedim, çok içtim, yorgunum. Sırtına oturup sana yol göstereceğim.'
    'Bir insan!' diye tekrarladı yaşlı timsah. ' Bütün ömrümce bir kez insan yiyebildim, ama öyle çok oluyor ki umuttum tadını. Gidelim!'
    Timsahı Boong'un yanına götürünce, Boo Amca yere atladı ve sakince ormana doğru uzaklaştı. Boğazına düşkün olan yaşlı timsah, Boong'u nehirde bir süre salamuraya yatırsa daha iyi olacağını düşündü ve onu sürükleyerek götürdü. Boong ağlayarak suya gömüldü ve dünya gerçekten yitip gitti, ama yalnızca Boong için.
    Eh yorum sizin; Boo Amcalar, Boonglar, Yoonglar ne kadar efsane de olsalar onları içimizde görmek, etrafımızda bulmak mümkün mü acaba!                                               
                                             -Pierre Schoendoerffer-



3 Haziran 2016 Cuma



KUŞLAR DA GİTTİ



     İnsanlar, kuşlar ve İstanbul üzerine kurulmuş bu roman Yaşar Kemal'in imzasını taşıyor. Eski İstanbul'u, insan doğasını ve geçimini kuşlar ile sağlayan kişilerin yaşamını gözler önüne seriyor. Belki de çok azımızın bildiği, hatırladığı kuşları özgürlüğüne kavuştururken söylenen şu sözcükler, romanı okudukça adeta hafızamıza kazınıyor; 'azat buzat beni cennet kapısında gözet'. Zor şartlar altında yaşayan üç arkadaşın yaşam mücadelesini görüyoruz romanda. Açlık pahasına yakaladıkları kuşları yemeyen bu üç arkadaş, onları özgürlüklerine kavuşturmak için her yolu deniyorlar. Ancak, gerek insanların acımasızlığı, merhametsizliği gerekse hayatta kalma içgüdüsü hazin bir sona götürüyor okuyucuyu. Burada paylaşacağım yazılar romanların en can alıcı noktalarını, yüreğimizde ve aklımızda iz bırakan cümlelerini içerecek. Eh be insanlık kuşlar da gitti sonunda...
     Mor, kırmızı, yeşil, ak, mavi tüyler, toprağa, atlara, çalılara, ağaçlara sıvanmışlar.
     Çadırın  önündeki ocak kararmış, üç tuğla küllerin içinde, ocakta yarı yanmış odunlar... Bir de yarı yarıya kömürleşmiş kütük var.
     Döndüm Tuğrul'a öfkeyle baktım, şaşarak... Bakışım, aşağılamam vız geldi ona. O, gece o pis alaycı gülüşüyle, gözlerini ocağın alt başına dikmiş, her şeye meydan okur bir tavırla bakıyordu, oraya kurumuş deve dikeni kümesinin alt yanına... Baktığı yere doğru birkaç adım attım ve gözlerinin diktiği yeri görünce vurulmuşa döndüm, yüreğim cızzzz etti. Kurumuş çimenlerin üstüne, bir tek uzamış gitmiş mavi çadır dikeninin dibine, baştan ayağa küçücük sümüklü böcek sıvanmış gövdesi yüksekliğinde kuş başları yığılmıştı, yüzlerce... Ve kesik, gözleri açık, solmuş başlara karıncalar çokuşmuştu. 
     Uzaktan, İstanbul'dan uğultular geliyor, kızıl kanatlı yırtıcı kuş Menekşenin üstünde, göğsüne esen yele verip kanatlarını germiş süzülüyor, önünde İstanbul şehrinin acımasızlığını, yitmişliğini, kendi kendini, insanlığını unutmuşluğunu, çok şeyler yitirmişliğinin bir anıtı, yüzlerce kuş başından dikilmiş bir anıt duruyordu.

                                                     -YAŞAR KEMAL-