22 Kasım 2016 Salı

 KADIN



     
Her kadın kendi statüsüne uyan bir şekilde giyinse bile bir oyun oynanıyorudur: Kurnazlık da sanat gibi hayal dünyasına aittir. Olay yalnızca korse, sutyen, saç boyası ve makyajın vücudu ve yüzü tanınmaz hale getirmesi değildir; ama kadınların en az sofistike olanı bile, "giyindikten" sonra, artık gözlemcilere kendini sunmaz; o, resim, heykel, veya sahnedeki bir aktör gibi, orada olmayan birisini, yani temsil ettiği ama olmadığı bir karakteri ima eden bir araçtır. Bir roman kahramanı, bir portre veya büst gibi gerçekdışı, değişmez ve mükemmel bir şeyle özdeşleşmedir onu tatmin eden; bu figürle özdeşleşmeye ve böylece kendini kendi ihtişamı içinde istikrara kavuşturmuş ve meşrulaştırmış görünmeye çabalar.

                                    -Simone de Beauvoir-



18 Temmuz 2016 Pazartesi


FARELER VE İNSANLAR


    Kötü günlerden geçtiğimiz şu dönemde yeterince yazı paylaşamadım. Geçirdiğimiz bu buhran döneminde belirtmek isterim ki; Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet bekçisi, Mustafa Kemal Atatürk ve ilkelerinin koruyucusuyuz.
    Fareler ve insanlar Steinbeck'in ölümsüz eserlerinden biridir. Keyifle okuyacağınız bu kitap, hayatı karış karış sorgulamamızı sağlıyor. Eserin son sayfalarını sizlerle paylaşıyorum. Konuşma hikayenin iki karakteri arasında geçiyor.. George ve Lennie..

    -Hadi anlat, eskisi gibi anlat öyleyse, dedi Lennie.
    -Ne anlatayım?
    -Bizi ve başkalarını anlat...
    George:
    -Bizim gibi insanların kimi kimsesi yoktur. Ellerine biraz para geçerse, har vurup harman savururlar hemen. Ne arayıp soran vardır onları, ne de adam yerine koyan...
    Lennie, sevinçle:
    -Ama biz öyle değiliz!, diye bağırdı. Bizi anlat şimdi de.
    George bir an sessiz kaldı. Sonra:
    -Ama biz öyle değiliz, dedi.
    -Çünküüüü...
    -Çünkü benim için sen...
    -Lennie'nin içi içine sığmıyordu:
    -Ve senin içinde ben varım!, diye bağırdı. Birbirimizi düşünürüz biz.
    Hafif bir akşam rüzgarı esti, yapraklar hışırdadı, yeşil suyun yüzü kırış kırış oldu. Bağırıp çağıran adamların sesi daha da yakınlaşmıştı şimdi.
    George, şapkasını çıkardı. Titrek bir sesle:
    -Şapkanı çıkar Lennie, dedi. Hava iyi.
    Lennie söz dinleyip şapkasını hemen çıkardı başından ve önüne, yere koydu. Karanlık vadideki gölgeler daha da mavileşti; rüzgar yakınlarda bir yerde çatır çutur çiğnenen kuru dal seslerini kucaklayıp, taa onların kulaklarına dek ulaştırdı.
   Lennie:
   -Anlat, George, sonra ne olacak?, dedi.
   George, uzaktan gelen sesleri dinliyordu. Bir an için, son görevini yapmak istermişçesine bir tavır takındı:
   -Derenin öte yakasına bak, Lennie. Orada anlattıklarımı gözünle görecek gibi olacaksın.
   Lennie başını derenin öteli yakasına çevirdi, Gabilan dağlarının karanlık eteklerine baktı.
   George:
   -Küçük bir yerimiz olacak, diye başladı.
   Ve elini yan cebine soktu, Carlson'un tabancasını çıkardı; emniyetini açtı ve yere, Lennie'nin arkasına koydu. Sonra, Lennie'nin başının arkasına, belkemiğiyle kafatasının birleştiği ense çukuruna baktı.
   Derenin üst yanından bir adam seslendi, bir başkası ona karşılık verdi.
   Lennie:
   -Devam etsene, dedi.
   George tabancayı kaldırdı, eli titriyordu, yeniden aldığı yere indirmek zorunda kaldı.
   Lennie:
   -Devam etsene, dedi. Sonra ne olacak? Küçük bir çiftliğimiz olacak?...
   George:
   -Bir ineğimiz olacak, dedi. Belki domuzumuz, tavuklarımız... Yonca tarlası da yapacağız...
   Lennie:
   -Tavşanlar için, diye bağırdı.
   George yineledi:
   -Tavşanlar için.
   -Tavşanlara ben bakacağım.
   -Tavşanlara sen bakacaksın.
   Lennie kabına sığamıyordu, mutluluktan kıkır kıkır güldü:
   -Bey gibi yaşayacağız anasını satayım!
   -Evet.
   Lennie, başını çevirdi.
   -Hayır Lennie. Hani o derenin öte yakasına bakacaktın. Bak bak, çiftliğimizi görüyor musun, ta karşıda...
   Lennie yeniden o yana çevirdi başını. George, yerde duran tabancaya bir göz attı.
   Çalılıktan ayak sesleri geliyordu. George başını çevirip o yana baktı.
   -Devam et George ne zaman başlıyoruz bu işe?
   -Hemen...
   -Sen ve ben.
   -Sen... ve ben... Bundan böyle herkes iyi davranacak sana. Başın belaya girmeyecek artık. Kimse kimseyi incitmeyecek, kimse kimsenin sırtından geçinmeyecek.
   Lennie: Ben de bana kızdın sanıyordum, George, dedi.
   George:
   -Hayır, dedi. Hayır Lennie. Sana kızmış falan değilim. Hiçbir zaman sana kızmadım ki. Buna inanmanı isterim.
   Sesler adam akıllı yaklaşmıştı şimdi. George tabancayı aldı, seslere yeniden kulak kabarttı.
   Lennie yalvarıyordu:
   -George, şu işi hemen yapalım, o yeri hemen alalım.
   -Olur, hemen alalım. Bu işi yapacağım. İkimiz yapacağız.
   Tabancayı sımsıkı kavradı, namluyu Lennie'nin ense köküne yaklaştırdı. Eli zangır zangır titriyordu. Suratı kasıldı, eline hakim olmaya çalıştı ve tetiğe bastı. Silah sesi karşıdaki dağların sırtlarını tırmandıkta  sonra yeniden vadiye indi. Lennie sarsıldı, sonra külçe gibi öne eğildi, kumların üstüne kapandı, kımıltısız kalakaldı.
   George titredi. Elindeli silaha baktı. Kaldırıp fırlattı, ta kıyının arkasındaki o eski kül yığınının bulunduğu ocağın yakınlarına düştü tabanca.
   Çalılık, koşuşanların ayak sesleri ve bağırtılarıyla kaynaştı. Slim sesleniyordu:
   -George! Nerdesin, George?
   Ama George kıyıda, kaskatı oturuyor, az önce tabancayı kavramış sağ eline bakıyordu dalgın dalgın. Adamlar düzlüğe çıktılar birden, Curley en baştaydı. Lennie'nin kumlar üzerinde yaran cesedini gördü:
   -Temizledin ha?
   Yaklaştı, cesede bir göz attı, sonra George' a baktı:
   -Tam ense kökünden, dedi yavaşça.
   Slim, George'a koştu hemen, yanı başına oturdu.
   -Üzülme, dedi. Kimi zaman insan böyle şeyler yapmak zorunda kalır.
   Ama Carlson, George'un başına dikilip soru yağmuruna tuttu:
   -Yahu, nasıl başardın bunu be?
   George, yorgun yorgun:
   -Basbayağı becerdim işte, dedi.
   -E peki, benim tabanca onda mıydı?
   -Evet, ondaydı.
   -Yok be! Demek tabancayı herifin elinden aldın sonra güm, ha?
   -Evet, öyle oldu.
   Dokunsalar ağlayacaktı George, fısıltıyla konuşuyordu. Az önce tabancayı tutan sağ eline dikmişti gözlerini.
   Slim, George'u dirseğinden çekti:
   -Gel, George. Gidip seninle bir iki kadeh bir şeyler yuvarlayalım.
   George, Slim'in yardımıyla ayağa kalktı:
   -Olur, yuvarlayalım.
   Slim:
   -Yapmak zorundaydın, George. Şerefsizim, yapmak zorundaydın. Hadi, gel benimle.
   George'un koluna girip, toprak yolun başladığı yere doğru sürükledi, oradan da anayola yöneldiler.
   Curley ile Carlson arkalarından bakıyordu.
   Carlson:
   -Yahu bu iki herife de n'oluyor şimdi ha?, dedi.
                                                                                                        -John Steinbeck, Fareler ve insanlar-

24 Haziran 2016 Cuma

ACI ÇİKOLATA


    Doktor Juan ile Tita arasında geçen konuşma bize bir şeyleri anlatıyor; yitirdiğimiz, hiç sahip olamadığımız ve belki de değerini bilemediğimiz. Gelin bunun ne olduğuna siz karar verin.
    Doktor, bir ucu kapalı ve civa dolu bir tüpün içine bir parça fosfor koydu. Tüpü bir şamdanın alevine yaklaştırarak fosforu eritti. Daha sonra içi oksijenle dolu bir deney tüpüyle, gazı yavaş yavaş öbür tüpe geçirdi. Oksijen, erimiş fosforun bulunduğu tüpün üst kısmına yükselir yükselmez, birden şimşek çakar gibi, göz kamaştıran, güçlü bir parlama oldu.
    -Görüyorsunuz ki fosfor üretmek için gerekli unsurlar insanın kendinde vardır. Ayrıca izin verirseniz, size hiç kimseye söylemediğim bir şeyi söyleyeceğim. Anneannemin çok ilginç bir teorisi vardı: Derdi ki, biz insanlar her ne kadar içimizde bir kutu kibritle doğmuşsak da, onları tek başımıza yakamayız, tıpkı deneyde gördüğümüz gibi, oksijen ve mum ışığı gerek. Diyelim ki oksijen, sevdiğimiz insanın soluğundan bize ulaşabilir; mum ise, çeşitli gıdalar olabilir, müzik, okşama, söz ya da ses gibi ve bunlardan biri parlama nedeni olup kibritlerden birini yakar. Bir an, derin bir heyecanla kendimizden geçeriz. İçimiz sımsıcak olur, ama zamanla söner gider, ta ki yeni bir patlamayla yeniden canlanana değin. Yaşamak için, her birimiz kendimizdeki alevlendiricileri keşfetmek zorundayız, çünkü bunlardan biri harekete geçtiğinde, ruhumuz için gerekli enerjiyi sağlar. Bir başka deyişle, bu alevlenme ruhumuzun gıdasıdır.
    "Eğer kendimize özgü alevleyicileri zamanında keşfetmezsek, içimizdeki kibritler nemlenir ve bir daha asla, hiçbirini yakamayız."
    "O zaman ruhumuz vücudumuzdan koparak, zifiri karanlıklarda dolaşmaya başlar ve kendine boşuna besin arar, oysa onun besini, yalnızca terk ettiği vücuttadır, gücü tükenmiş, soğuktan titreyen o vücutta."
    Size göre nemlenen kibriti tekrar yakmak mümkün değil mi? Bu kadar umutsuz mu olmalıyız? Elbet bir yolu olmalı, elbet bir yolu olmalı!.. 

                                      -Laura Esquivel, Acı çikolata-

20 Haziran 2016 Pazartesi


İNSANLIK DURUMU



    Size birinden bahsedeceğim bu yazımda. Daha doğrusu o size kendisini anlatacak. Hayır, yanlış anlamanızı istemem, resimdeki adamın yarattığı karakteri tam anlamıyla özümsemeniz mümkün değil burada yazılanları okuyarak, sadece bir fikir sahibi olacaksınız Clappique hakkında. Dilerseniz sözü kendisine verelim ki, kim olduğunu, hayat görüşünü, fikirlerini ve arzularını sizinle paylaşabilsin!
    "Acınacak bir durum yavrucuğum, acınacak bir durum! Bakın bana. Yüzümü görüyor musunuz? İşte yirmi yıllık kalıtımsal hayal gücü insanı ne hale getiriyor görün. Bence frengiye benziyorum. -Tek laf istemem!
    Bir de kumarbazın duygularını kazanç umudu ayağa kaldırır derler, ne ilginç! İnsanlar eskrim şampiyonu olmak için düello yapar demek gibi bir şey bu da...
    Tek laf yok!.. Çok dikkat çekici azizim, çok dikkat çekici! Terbiyeli bir hayalet gibi çekip gitti. Biliyor musunuz, genç hayaletler çok terbiyesiz ve yaşlılar onlara insanları korkutmayı öğretemiyor, çünkü söz konusu gençler hiçbir dil bilmiyor. Yalnız 'zip zip' demeyi öğrenmişler.
    Hayatın içine sanatın araçlarını sokmak gerek dostum, hayır, hayatı sanata dönüştürmek için değil, Tanrı aşkına, hayır! Onu daha fazla hayat haline getirmek için! Tek laf istemem!
    Büyücü olmak, halifeye tek boynuzlu at göndermek isterdim, -tek boynuzlu at diyorum size- sarayın içinde beliriverirdi gümüş rengindeki tek boynuzlu ve haykırırdı: Şunu bil ki halife, hasekin aldatıyor seni! Tek laf istemem! Bende bu burunla muhteşem bir tek boynuzlu at olurdum! Ama tabi gerçek olmazdı bu. Denilebilir ki, insanın bir başkasının gözünde kendisininkinden farklı bir hayatı yaşamasının ne denli tadına doyulmaz bir şey olduğunu kimse bilemez, özellikle de bir kadının gözünde.
    Yarından sonra da eğer yağmur yağmış olursa, burası yine böyle kokacak ve ben belki de ölmüş olacağım... Ölmüş mü? Neler diyorum ben böyle? Çılgınlık bu! Tek laf istemem. Ben ölümsüzüm.
    Yakında... Hayır. Belki. Hoşçakalın azizim. Şanghay'ın var olmayan tek adamı -tek laf istemem; kesinlikle var olmayan tek adamı!- sizi selamlıyor. Baron de Clappique yok, hiç var olmadı."
   


                                -Andre Malraux, İnsanlık durumu-   
                                                                                          

15 Haziran 2016 Çarşamba

YABANCILAŞTIRILMAK


    Hepimizin az çok duyduğu, üzerine kafa yorduğu kelimelerdir; batılılaşmak, devrim, yabancılaşma. Fakat birçoğumuz hala gelişmeyi, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı batının kopyacılığı olarak görmekte. Bunun ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu yorumlarınıza bırakıyorum. Bakılım 'Hangi Edebiyat' adlı kitabında bu konu hakkında Attila İlhan ne demiş! 
    Bana Profesör Sunkel'in saptamasında en önemli görünen nokta, dışa bağlı ekonomik düzenin toplumsal düzeydeki görünüşünde orta sınıfın yabancılaştırılması noktasıdır. Öyle sanıyorum ki geri bırakılmış ülkelerde, yoksul sınıflar ne kadar örgütlenirse örgütlensin, sonunda işte bu "yabancılaştırılmış" orta sınıfların kalleşliğine uğruyor, böylelikle ülkenin yeniden yabancı denetimine geçmesi sağlanıyor.
    Peki nedir bu yabancılaştırma? Gerçek bu, Hıristiyan ülkelerde bir bolluk toplumu ülküsünü orta sınıfa aşılamak biçiminde belirmekte, ülkünün somut örneğiniyse o ülkeye egemen olan yabancı ekonominin ana toplumu oluşturmaktadır. Sözgelişi Güney Amerika ülkelerinin çoğu için bu örnek Amerika Birleşik Devletleri ve onun yaşantısıdır. Şilili orta sınıftan bir vatandaş için ideal hayat "bir Amerikalı" gibi yaşamaktır. Ona bu basınla, radyoyla, televizyonla öylesine telkin edilir, bunu yaşamasının olanak içinde olduğu öylesine tekrarlanır ki, o adam -ki genellikle yarı aydındır- kendisini yoksul sınıflara oranla ayrıcalıklı görür, dar olanaklarını daha da geliştirmek için onlara yabancılaşıp ötekilere yamanır.
    Aynı yabancılaşma, Türkiye gibi kökeni Müslüman ülkelerde, "Batıcılık" numarası olarak sahnelenmiştir. Orta sınıflar ulusun asıl hayatını, "Batılı" bir hayat tarzına heves ederek küçümser, böylelikle yoksul sınıflardan kopar, onları kendi kaderine bırakır. Kendisine gelecek aramayı, saadeti bulmaya, ulusal niteliklerini çoktan yitirmiş, yabancı ekonomilerin hizmetindeki komprador çıkar çevrelerine eklenmekte bulur. Buysa, ülkenin sömürülmesini önlemek konusunda, yapılabilecek en kötü şeydir, zira orta sınıfı, özellikle aydınlarını, devrimcilik adına yoksul sınıflara yabancılaştırmak, her türlü devrimi daha başlangıçta olanaksız kılar.
    Bakalım bunu bizim "yaman" Batılı devrimcilerimiz ne zaman anlayacaklar?

                                      -Attila İlhan, Hangi Edebiyat-

12 Haziran 2016 Pazar

ÖLÜM VE YAŞAM


    Ölüm desem, ne dersiniz? Nasıl tanımlarsınız ölümü, çok zor değil mi? Ama yaşam dediğimde birçoklarımızın aklına birçok şey gelir. Herkes kendine göre yaşamın resmini çizebilir, şarkısını söyleyebilir. 20. yüzyıla damgasını vuran Pierre Schoendoerffer, belki de yazar kimliğinden çok film yönetmeni maskesiyle bize şu şekilde açıklıyor yaşamı, buyurun..
    Ölmek, hiçbir şey değildir. Ölüm?.. Yaşam?.. Yaşam içimizdedir bizim, devinir ve hep devinmeyi düşler. İnsan ölünce yaşam sürer, gövdenin içindedir ve gene devinir. Yaşayan bir ceset gördüm. Yolun üzerinde, güneşin altında üç gün kalan bir Japon cesedi. Yaşıyordu... Karnı şişiyordu, kısa sarsıntılarla şişiyordu. Gözleri kımıldıyordu. Salyası akıyor ve bazen insan gibi inliyordu. Yanından geçiyordum, toprağın titremesi, yumruğu gökyüzüne doğru sıkılmış, garip bir şekilde dik duran kolunu düşürdü, ılık eli ayak bileğime yapıştı, eldiven gibi sertleşmiş derisinin altında bir şeylerin kımıldadığını hissettim. Geceleyin, hafifçe parlıyordu, yeteri kadar hareketsiz kalınsa, görülebilir, süründüğü işitilebilirdi.

                                                      -Krala Veda-

8 Haziran 2016 Çarşamba


AŞIK OLMAK ARZUSU



   Amerikalı heykeltıraş Glenna Goodacre'nin 'yaşlı adam ve köpek' eseri belki de bir yaşamın final sahnelerini sunuyor bize. Herhangi bir zaman diliminde, önemsiz ve sıradan bir günde, belki yan komuşunuzken belki de bir kahvehanede karşılaşabilirsiniz bu resmin canlı hali ile. Kimine göre sıradan kimine göre ise duygusaldır bu buluşma. Olur ya, mutlu halinize denk gelir, hayat dolusunuzdur. Hani hiç tanımadığınız biri ile sohbet etmek istersiniz ve o da biraz çekingen, biraz içine kapanık biridir ama gözleri ağır izler bırakan maziyi taşır. İşte o vakit, gidin yanına, belki bir söyleyeceği, bir hikayesi vardır bu yaşlı adamın...
   Köpek yanına yanaştı. Hayvanın başını kaşıyarak ona anlatıyormuş gibi söylendi:
   -Kitaplardan öğrendim. Muhakkak aşık olmak arzusunu kitaplardan kaptım. Sonra kanıma işledi. Aşık olmalıydım. Saadet denilen bir şey olacak; bulabilir miyim acaba?.. Kastım parayla, bir evle, iyi yiyip içme ile kendini gösteren bir saadet olmadığı için elimden geleni, yani önce paramı bitirdim. Yemeden içmeden kesildim. Bu kendi başına kazanılabilecek saadet idealizmimi tam hakikat haline getirmiştim ki, etrafımda insanların bulunduğunu sevgilim bana anlattı. Şöylemi düşündüm, dersiniz? Her insan kendi hissesine düşen bir, iki kişilik saadet payı için kavga etmeli. Hiç olmazsa bu kavgayı yapmalı ki, asıl hakikat dünyasını bulsun. Bu kavgada kazanmamalı ki, Hanya'yı Konya'yı anlasın. Bu kavgada zaten kazanmakta yoktur a. Çünkü belki ortada galip vardır ama mağlup olan yoktur ki... Kadın da, erkek de böyle, bir kavganın sonunda soluğu ya nikah dairesinde alır, yahut da serbest bir birleşme ile yeni bir hayata adım atarlar. Ondan sonra uzun süren sulhun içinde çocuklara mekteplerin taksidi, hanımın mantosu... Biz mağlup olduk. Mektep taksidinden, hanım mantosundan kurtulduk. Sevgilim bir akşamüstü basıp gitti. 
   Dünyalar yıkıldı sandım. Çiçekler güzel kokmuyor olmalı. Meyveler çürümüş, kuzular doğmuyor, insanlar konuşmuyor... İnsanlardan ne farkım olabilir? Malum sebepler, malum neticeler. İşi rakıya vurduk. Bir aralık bu yeni keşifle kurtulduğumu sandım. Yıkılmak üzereydim. Asabım bozulmuştu.
   Uzun lafın kısası, kalktık. Ver elini doğduğumuz memleket, dedik. Gittik...

                                             -Sait Faik Abasıyanık-